Beyoğlu’nun dar sokakları her daim kalabalık, her daim hareketlidir. İstiklal Caddesi boyunca yürürken vitrinlerin ışıkları gözünüzü kamaştırır, simitçilerin kokusu burnunuza gelir, bir köşeden sokak müzisyenlerinin sesi duyulur. Ama bazen, bu kalabalığın içinde bir kapı çıkar karşınıza; öyle bir kapı ki sizi yalnızca başka bir mekâna değil, başka bir zamana taşır. İşte Rejans’ın kapısı tam da böyle bir kapıdır.
O kapıdan içeri adım attığınızda, karşınıza çıkan yalnızca bir restoran değildir. Burası, 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra memleketlerini terk etmek zorunda kalan Beyaz Rusların, İstanbul’a bıraktığı en derin izlerden biridir. Onlar bavullarına birkaç eşya, bir miktar mücevher ve hatıra sığdırabilmişti belki, ama asıl yanlarında getirdikleri şey kültürleriydi. Dansları, müzikleri, edebiyatları, zarif giyim tarzları ve mutfakları… İşte tüm bunların bir araya geldiği en özel mekânlardan biri oldu Rejans.
Beyaz Rusların İstanbul’a Getirdiği Ruh
Beyaz Ruslar şehre adım attığında, İstanbul henüz Cumhuriyet’in ilk yıllarını yaşıyordu. Yorgun ama umutlu bir halk, yıkıntılardan yeni bir ülke inşa etmeye çalışıyordu. Beyaz Ruslar bu şehrin ritmine katıldıklarında, beraberlerinde Avrupa aristokrasisinin inceliğini ve hüznünü getirdiler. Kadınlar sabahlara kadar dans edilen kabarelerde tülleriyle dönüyor, erkekler fraklarıyla sokaklarda yürüyordu. Boğaz kıyılarında açılan plajlar, Beyoğlu’nda kurulan pastaneler, sabahçı kahveleri ve elbette restoranlar, şehrin çehresini değiştirdi.
İşte Rejans, bu değişimin en sembolik mekânıydı. Masalarına oturanlar, sadece yemek yemek için değil; o dünyayı solumak, o kültürü hissetmek için gelirdi.
Bir Masanın Hikâyesi
Salonun ortasına doğru ilerlediğinizde, ahşap paneller ve kristal avizeler sizi karşılar. Loş ışığın altında beyaz örtülerle kaplanmış masalar, ince uzun kadehler ve gümüş çatal bıçaklar… Belki de o an, Atatürk’ün oturduğu masanın hemen yanında oturuyorsunuzdur. Bir başka akşam, Greta Garbo’nun, Agatha Christie’nin ya da bir diplomatın ağırbaşlı bakışlarının süzüldüğü köşeye denk gelirsiniz.
Masaya önce borş çorbası gelir. Rengi kan kırmızısı, üstünde ekşi krema. Sonra piroşkiler, ardından Kievski tavuk. Ve tabii ki votka… Masalara arabayla getirilen o sarı votka, Rejans’ın en unutulmaz geleneği olur. Kadehler tokuşur, gülüşler yükselir, Rusça kelimeler Türkçe cümlelere karışır.
Dışarıda bir şehir, bir ülke değişiyordur. İçeride ise zaman durmuş gibidir. Rejans’ın duvarları yalnızca kahkahaları değil, fısıldanan sırları da, imzalanan gizli anlaşmaları da, yazılan not defterlerini de saklar.
Yangınlar, Kapanışlar ve Yeniden Doğuş
Elbette zaman Rejans’ın üzerinde de iz bıraktı. 1976’da çıkan yangın, dekorunun bir kısmını yuttu. Ardından gelen yıllar, mekânı yıprattı. 2011’de kapısına kilit vurulduğunda, pek çok İstanbullu bir devrin kapandığını düşündü. Fakat tarihin izlerini kolay kolay silmek mümkün değildi.
2016’da yeniden kapılarını açtı Rejans, bu kez “1924 İstanbul” adıyla. Yenilenen dekoruna rağmen hâlâ eski günlerin izlerini taşıyordu. Masalara hâlâ borş çorbası geliyor, hâlâ Kievski tavuk servis ediliyor, hâlâ o meşhur sarı votka arabayla masalara bırakılıyordu. Yanına yeni lezzetler eklendi; çıtır ördekli salata, kestaneli profiterol gibi modern yorumlar… Ama o ruh, o nostalji hep aynı kaldı.
Bugün Rejans’a Uğrarsanız…
Bir gün yolunuz Beyoğlu’na düşerse, kalabalığın arasından sıyrılıp Rejans’ın kapısından içeri girin. Belki yalnız gidersiniz, belki dostlarınızla. Fakat ne olursa olsun, oturduğunuz masada geçmişin bir gölgesini hissedeceksiniz.
Kadehinizi kaldırırken aklınıza şu gelir: Bu masalarda bir zamanlar bir diplomat anlaşma imzalamış, bir yazar romanının ilk satırlarını not etmiş, bir şair ilhamını bulmuş, bir devlet adamı kararlarını tartışmıştı. Bu yüzden Rejans yalnızca bir restoran değil, İstanbul’un hafızasıdır.
Dışarı çıktığınızda Beyoğlu hâlâ kalabalık, hâlâ gürültülüdür. Ama siz, adımlarınızı biraz daha yavaş atarsınız. Çünkü biraz önce sadece yemek yememiş, İstanbul’un en eski ve en derin hikâyelerinden birine tanıklık etmişsinizdir.